Demokrasi’nin İdamla Biten Zaferi
Zaman toplumların kimlik kartı gibidir. Kitlelerin başından geçen hadiseler, hem o kitlenin karakterinin tarifi olur hem de kimliği... Toplumsal refleksler bu mazi ile inşaa edilir. Bir toplumu anlamak için her ne kadar güncel sosyolojik çalışmalar yapılıyor olsa da geçmişine bakarak da ciddi sonuçlar elde edilebilir. Bir parçası olduğumuz ülkemizin de mazisi adeta bir kimlik kartıdır.
Bir serüvendir bizim hikayemiz. Mahkum edilmiş, mahrum bırakılmış, mağdur edilmiş kahramanlar ülkesi... Zaman zaman hayret verici ve tahammül edilemez hakikatlerle karşılaşırız zaman zaman da bildiğimiz ama anlam veremediğimiz gerçeklerle yüz yüze gelir, utanırız...
Yıl 1950... Mayıs'ın 14'ü.
Seçim günüydü. Oylar verilmiş, sonuçlar heyecanla takip ediliyordu. Bu ülkede bir ilk yaşanacaktı. İlk defa bu ülkede kavgasız ve darbesiz bir şekilde iktidar değişikliği olacaktı. Evet bir ilkti bu. Lakin dile getirilmeyen bir soru akıllarda dolanıyordu... İktidar gerçekten el değiştirmiş olacak mıydı?
Bu seçimden 5 yıl öncesi...
7 Aralık 1945... CHP'den birileri ihraç ediliyor. Celâl BAYAR, Adnan MENDERES, Fuad KÖPRÜLÜ ve Refik KORALTAN... Onları ihraç eden kadro bilseydi ki 1 yıl sonra ihraç edilen kişiler Demokrat Parti adıyla bir parti kuracak ve birkaç yıl sonra iktidara gelerek 10 yıl bu ülkeyi yönetecek, belki de hiçbir zaman ihraç yaşanmazdı...
İhraç sonrası seçimler CHP tarafından bir yıl öne alınarak, 1946'da yapıldı. CHP %85 oy oranı ile kazandığını ilan etti. Ancak "açık oy - gizli tasnif" usulü uygulandığı için hiçbir zaman bu seçime itibar edilmedi. Seçim şaibeli olarak kabul edildi. Muhalefet partisi olarak siyasi arenaya çıkan DP ile iktidar partisi CHP'nin ilişkileri bu komik seçim sonrası gerildikçe geriliyordu. Gerilimi durdurmak için CHP de DP de birer adım attı. DP'nin attığı adım inanılmaz bir siyasi manevraydı. Celal BAYAR, bu adımla demokratik seçimlerin önünü açtı adeta. ''Devr-i Sabık'' adıyla iktidara gelince önceden yapılan yolsuzlukların hesabını sormayacağının teminatını verdi. Tekrar ediyorum... İktidara gelince önceden yapılan yolsuzlukların hesabını sormayacağının teminatını verdi. Kim? Demokrat Parti... Kimden hesap sormayacak? CHP'den...
Şimdi başladığımız yere geri dönelim...
Yıl 1950... Yıllar o kadar hızlı geçiyor, dünya o kadar hızlı değişiyordu ki... Koşullar, dünyada olup bitenler adeta Demokrat Parti'yi iktidara taşıyan vagonlar gibiydi. Seçimler bu defa ''gizli oy-açık tasnif'' esasına göre yapıldı. Demokratik bir seçim olmuştu. Anadolu insanı başında biri beklemeden hür iradesiyle oy veriyor, oy pusulalarını sayan kişiler ise alavere dalavere yapamıyor, şahitlerin huzurunda verilen oylar sayılıyordu. Oylar sayıldıkça bu ülkenin kaderi değişiyor, istikbal belirginleşiyordu.
14 Mayıs 1950... Demokrat Parti iktidara gelmişti. Bu ülkede bir ilk yaşanıyordu. İlk defa bu ülkede kavgasız ve darbesiz bir şekilde iktidar değişikliği oluyordu. Bu ülkeyi, demokrasiye kendini alıştırmış, onu kanıksamış insanlar yönetecekti. Ama bir sorun vardı. Acaba bu ülkenin tabularını imar eden ve tabulara memur olanlar demokratik bir biçimde yönetilmeye hazır mıydı? Asıl merak edilen buydu.
Her zaman kendinden yana olan, sorgulanamaz bir otoriteye sahip, kindar kalbini ve kibirli zihnini de bu otoriteye alıştırmış kişilerce acaba demokrasi ne kadar kabullenilebilir bir haldi. CHP'den bir süre önce kovulan şahsiyetler şimdi devleti yönetecekti.
22 Mayıs 1950... Uyumsuz diye gönderilenler, milletiyle uyumlu oldukları için iktidarı emanet almıştı. Elbette bazılarının demokrasiyi kabullenmesi zordu. 1. Menderes döneminin ilk icraatı israf diye devlete ait otomobiller satılınca zor geldi elbette bazılarına. Ya da paralara mevcut cumhurbaşkanının resminin basılması uygulamasını kaldırıp, önceden olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk'ün resimleri tekrardan basılınca zor olacaktı demokrasiye tahammül etmek. 15 yıl sonra ramazan ayının ilk günü 17 Haziran 1950'de ezan, sadece bu milletin değil tüm İslam aleminin bildiği ve sahiplendiği biçimiyle okunmaya başlayınca, zor olacaktı tabi demokrasiye tahammül etmek. Bir ramazan günüydü... Ezan, kendi sesini, millet kendini bulmuştu...
Devamı 2..de
Demokrasinin idamla biten zaferi - 2
14 Mayıs 1950... Demokrat Parti iktidara gelmişti. Bir ilk yaşanıyordu. İlk defa bu ülkede kavgasız ve darbesiz iktidar değişiyordu. Düzelteyim... İktidar partisi değişiyordu...
22 Mayıs 1950...1. Menderes döneminin ilk icraatı, ihtiyaç fazlası devlete ait otomobillerin israfla mücadele kapsamında satılmasıydı. Paradan mevcut cumhurbaşkanı İnönü'nün resmi kaldırıldı. Önceden olduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk'ün resimleri paraya yeniden basıldı. Ramazan ayının ilk günü 17 Haziran 1950'de, ezanın kendi sesiyle okunmasına izin verildi. Bir hata düzeltildi... 15 yıl sonra nihayet... Ezan, sesini; millet kendini buldu... CHP'nin tek parti iktidarı döneminde edindiği mallar, 1953 yılında haczedilerek hazineye devredildi. Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları olarak yeniden düzenlendi. Türkiye dönüşüyordu. Ya da şöyle mi demek lazım; dönüştürülmek istenen, ayarlarıyla oynanmak istenenTürkiye; uyanıyor, kendine geliyordu. Tam da bu sebeple, bazıları için demokrasiye tahammül etmek çok zor olacaktı.
Türkiye'nin gayri safi milli hasılası yılda ortalama %9 oranında büyüyordu. Ülke zenginleşiyordu. Tarım arazilerinde yeni yeni makinalar göze çarpıyor, çiftçimiz makineli tarıma geçsin diye büyük bir çaba sarf ediliyordu. 1950-1954 yılları arası ekonomide kalkınma dönemiydi. Öte yandan bu dönemde haset ekip, haset biçenler de vardı. Kirli bahçelerin kör bekçileri bütün bu güzelliklerle ilgilenmiyor, bir yalan uydurup kendi yalanlarıyla güreşiyorlardı.
Nerden bilsin Adnan Menderes... Bu kadar koşuştururken, günün birinde zindana düşeceğini... Onur kırıcı alaylar ve aşağılamalara maruz kalacağını nerden bilsin... Eşi Berrin Hanım, kendisini ziyaret etmek isteyince ''daha önce görüştünüz'' denilerek geri çevrilecekti. Avukatları bile tutuklanacaktı... Zindan günlerinde eşi Berrin Hanım'a şöyle bir mektup yazacaktı; "Berrin'im, dün gazetelerde okumuşsundur. Avukatlar nezarete alındılar. Bu kadar talihsizlik olamaz; maalesef oldu. Ben ne dosyaları tetkik, ne her gün akşamlara kadar devam eden duruşmalarda dinlenen yüzlerce şahidin ifadelerini tespit, ne de hukuk bakımından kifayetli bilgiye sahibim. Başından beri biliyorsun avukatlar takip ediyorlardı. Yalnız kalmış, şaşırmış haldeyim.Cenabı Hak yardımcımız olur inşallah..."
Ülke ülke gezerek, şehir şehir vatanın her metre karesi ile ilgilenip faydalı olmak için çırpınırken, bir zaman sonra bu başına gelecekleri nerden bilsin... Menderes, bu kaderden habersiz tüm gücüyle memleketi ve Anadolu insanı için ter döküyordu.
Velhasıl-ı kelam, 1950'den 1954'e kadar milleti için çırpınan bir iktidar partisi vardı. 54 Seçimleri öncesi basın ile DP'nin arası bozulmuştu. Bazı gazeteler yalan yanlış haber üretmeye başlamıştı. O günlerde verem hastalığı ile mücadele, gündemin önemli bir parçasıydı. Başkent için önemli bir proje olan Esenboğa Hava Meydanı yakın zamanda hizmete girecekti. 2 Mayıs gelip çattı... Yıl 1954... Millet seçimini yaptı. 3 Mayıs sabahı rekor bir destekle iktidara gelen Demokrat Parti dahil, herkes şaşkındı. Meclis'te 503 DP, 31 CHP vekili vardı artık. İnanılmaz bir fark oluşmuştu. Kendini rejimine bekçi atfedenlerle, demokratik bir rejime gayret gösterenler arasında inanılmaz bir fark... 503 nere, 31 nere... Bir yerlerde bir terazi varsa eğer kefeleri arasında denge kalmamıştı şimdi. Ne gariptir ki bu duruma çok da sevinen yoktu. Sanki sevinilemiyordu... Sevinilmeli miydi, bunu da bilen yoktu. İçten içe bir tedirginlik yayılmıyor değildi. Bu kadar vekil, bu kadar fark başa bela olur muydu ? Acaba bu kadar vekil, muktedir olmaya yetermiydi?
1954 seçimleri sonrası bu ülke; tam manasıyla filmlere konu olacak alicengiz oyunları ile alabora edilmek istendi... Siyaseti o günlerde öğrenenler çok şey gördü... Rekor bir oyla iktidara gelen bir partinin genel başkanı, milletim milletim diye kalbi atan bir başbakan,7 yıl sonra asılacaktı. Çünkü çok seviliyordu... Sevilmesi sorun değil, çok seviliyor olması sorun olacaktı...
Devamı 3’de..
Demokrasinin idamla biten zaferi-3
54 Seçimleri... Siyasi tarihimize şok edici etkisi ile damga vurmuştu...
2 Mayıs 1954... Şaşkınlık verici tarihi bir rekorla 3 Mayıs sabahı bir kez daha iktidara gelen Demokrat Parti, 503 vekil ile sadece 31 milletvekili olan CHP'yi hezimete uğratmıştı. Ne gariptir ki bu duruma çok da sevinen yoktu. Sevinilmeli miydi, bunu da bilen yoktu. Bu kadar vekil, bu kadar fark başa bela olacaktı...
54 seçimleri sonrası Türkiye, filmlere konu olacak alicengiz oyunları ile alabora edilmek istendi... Rekor bir oyla iktidara gelen bir partinin genel başkanı, bir başbakan,7 yıl sonra asıldı. Çünkü çok seviliyordu... Sevilmesi sorun değil, çok seviliyor olması sorundu...
Demokratik kurallarla yapılan bir seçimde, bir siyasi partinin ulaştığı en yüksek oy oranıydı. 17 Mayıs'ta Menderes 3.kabinesini açıkladı. Menderes çevresine karşı daha tedbirliydi artık. Tedirgindi. Menderes biliyordu ki, eskisi gibi güvende olmayacaktı. Bu kez daha yakın isimleri bakan olarak seçti. Güvendiği isimlere ve cesaret sahibi kişilere şimdidaha çok ihtiyacı vardı. Siyasi manada sahneden çekilenlerin duyguları, haset olmaktan çıkıp bu dönemde kin ve düşmanlığa dönüşüyordu...
Seçimden sonraki yıl (1955) DP için zor geçti. Ekonomi iyiye gidiyordu ama Kıbrıs meselesi baş ağrıtıyordu. O güne kadar Menderes ile yol arkadaşlığı edenler, DP'den ayrılıp Hürriyet Partisi'ni kurdu.
Ülke insanı, tebessümü yüzünden eksik olmayan, nezaket sahibi Menderes'i bağrına basmış, ona ayrı bir sevgi ile yaklaşıyordu. Menderes'in gündemi halkı, halkın gündemi her zaman Menderes olmuştu. Devletinki ise Kıbrıs'tı...
''Ya istiklal ya ölüm'' sloganından ilham alarak '' ya taksim ya ölüm'' diyordu Türkiye. Biz, Kıbrıs'ın Türk ve Yunan halkları arasında adil şartlarda taksim edilmesini istiyorduk. Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Fuat Köprülü'ydü.1877'de mülkiyeti Osmanlı'da, yönetimi İngilizlerde olan Kıbrıs adası, Lozan Antlaşması ile İngiltere'ye verilmişti. Bir yandan Papaz Atenagoras, bir yandan Rum terör örgütü EOKA kurucusu Georgias Grivas baskı yapıyor İngiltere'nin Kıbrıs'tan bir an önce çıkması için uğraşıyordu. Yunanistan Kıbrıs'ın tamamını ilhak etmeyi (Enosis) planlıyordu. Bizim planımız ise başkaydı. İngilizler Kıbrıs'tan çıkarken adayı Türkiye ve Yunanistan arasında taksim ederek terk etmeliydi. Biz bunu istiyorduk.
Kıbrıs olayları yeni başlamıştı. Başbakan Adnan Menderes'in önerisiyle Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Çankaya köşküne bazı isimleri davet etti. Davet ettiği isimler arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminin ve milli mücadelenin en önemli hatiplerinden, dönemin CHP İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver de vardı. Kıbrıs konuşuluyordu. Adnan Menderes genel hatlarıyla konuyu anlattı. Ardından Hamdullah Suphi söz alarak'' Adnan bey, Adnan bey... Hiç uğraşma... Kendini de yorma. 1699'dan beri, Karlofça Antlaşması'ndan bugüne hilalin çıkıp yerine haçın girdiği bir yere, sonrasında hilal avdet edememiştir'' dedi. Hamdullah Suphi her zaman bir elçiydi.Yine bir fikrin elçiliğini yapmıştı sanki. Ne gariptir ki 1960'tadarbeden önce DP hükümetine tehdit içeren mesajları getirecek olan da Hamdullah Suphi olacaktı. Lakin Menderes başkaydı. Her zamanki gibi zarif üslubunu bozmadan şöyle cevap verdi '' müsterih olunuz, bu sefer bunun tersi olacak ve ilk defa hilalin çıkıp haçın girdiği bir yere, hilal tekrar geri dönecektir. Kıbrıs konusu Türkiye için ümitsiz bir konu değildir.''Bu ifadeleri kullanırken bir bedel ödeyeceğini biliyordu Menderes.
Yıl 1955...7 Eylül... İstanbul karıştı... Gayrimüslimlerin dükkanları tahrip ediliyor yağmalanıyordu. Yağmalananlar arasında kiliseler bile vardı... Ne olmuştu... Devleti yönetenler ne olduğunu anlayana kadar olan oldu zaten. Her şey bir gazetenin (İstanbul Ekspres Gazetesi) ''Atatürk'ün evine bomba koydular'' başlıklı haberi ile başlamıştı.27 Mayıs 1960'a kadar devam edecek olan kaos planı sahnedeydi... Bir yandan DP içinde çatlak oluşturuluyor, öte yandan sokaklar gençlik örgütleriyle hareketlendiriliyordu. Mecliste ise Milletvekilleri, Bakanlar bir bir istifa ettiriliyordu. ''Adnan Bey, onlar yetmez sen de istifa etmelisin'' deniyordu. Bünyesine demokrasi ağır gelenler için Menderes artık gitmeliydi... Ama gitmedi... Kıbrıs için hayati öneme sahip bir antlaşma nedeniyle İngiltere'ye gitme kararı verildi. Ya uçak düşmeli yada Menderes antlaşmadan vaz geçmeliydi. Ama vazgeçmedi... Bedel ödemeye hazır bir başbakan vardı... Başbakan, bir bedel ödemeye hazırlanmıştı sanki...
Devamı 4’de..
Demokrasinin idamla biten zaferi - 4
Yıl 1955...7 Eylül... İstanbul karışmıştı ... Gayrimüslimlerin dükkanları tahrip ediliyor yağmalanıyordu. Yağmalanan yerler arasında kiliseler bile vardı... Ne olmuştu... Devleti yönetenler olayların ne olduğunu anlayana kadar olanlar oldu zaten. Her şey bir gazetenin (İstanbul Ekspres Gazetesi) ''Atatürk'ün evine bomba koydular'' başlıklı haberi ile başlamıştı.27 Mayıs 1960'a kadar devam edecek olan kaos planı sahnedeydi... Bir yandan DP içinde çatlak oluşturuluyor, öte yandan sokaklar gençlik örgütleriyle hareketlendiriliyordu. Meclis'te ise milletvekilleri, bakanlar bir bir istifa ettiriliyordu. Bununla kalmayıp''Adnan Bey, onlar yetmez sen de istifa etmelisin'' deniyordu. Bünyesine demokrasi ağır gelenler için Menderes artık gitmeliydi... Ama kararlıydı gitmedi... Kıbrıs için hayati öneme sahip bir antlaşma nedeniyle İngiltere'ye gidilmesi gerekiyordu. Ya uçak düşmeli ya da Menderes antlaşmadan vaz geçmeliydi. Ama yola koyuldu, vazgeçmedi... Bedel ödemeye hazır bir başbakan olduğunu anlayacaklardı...
Ankara Garı'nda bir kalabalık... Bu kadar insan... Bu kadar insan hangi nedenle toplanmış olabilirdi ki... Sürekli bir uğultu, devam eden bir sabırsızlık... Gözler beklenen durakta, rayların bittiği vuslatın başladığı anı izliyor tekrar tekrar... Ankara Garı'nda dönemin CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve Genel Sekreteri Kasım Gülek bir yolcu bekliyordu mahşer kalabalığının arasında... Trenin durması gereken bir yer vardı. Orada durunca Menderes'in ineceği yer tam da İsmet İnönü'nün karşısına denk geliyordu. Protokol de ona göre ayarlanmıştı. İşler beklendiği gibi olmadı, tren durması beklenen yerde duramayınca, beklenen yolcu da kaderin bir cilvesi inmesi beklenen yerden inmedi. Sanki Menderes bu durumun farkındaydı, inince İsmet İnönü'ye kendi yöneldi. Ankara Gar'ında bir yolcu indi. Adnan Menderes... Büyük kaza atlatan, ölümden dönen dönemin Başbakanı sabırsızlıkla bekleyen onca kalabalığın arasında sabırla bekleyerek karşılamıştı İnönü. Sabrın içinde sabırsızlık vardı. 1 yıl sonra İsmet İnönü, Ulus'tan Çankaya'ya kadar darağaçları dikileceğini belirterek tehdit edecekti DP'nin vekillerini. İki siyasi parti arasında rüzgarlar esiyordu bazen bahar havası, bazen poyraz... Ama dönemin cunta rejimi ile DP'nin ilişkileri ilk günden beri kötüydü... Menderes onlar için demokrasi demekti, demokrasi ise tahammül edilemez bir haldi...
1955 yılının 6-7 Eylül olayları geride kalmıştı. DP'yi yıpratacak tüm unsurlar, enstrümanlar kullanılıyordu. Üniversiteler, tarifeli demeç veren, uygulama yapan akademisyenler, iftira katan boya fırçalarıyla yalan haber yazabilen, toplumu bu şekilde yönlendirmeyi vazife bilen hokkabaz bir basın, halkı için değil kendileri için var olan bir rejime bekçilik etmeyi görev bilen bir cunta ve uluslararası örgütler DP'yi yıpratmak için ne gerekiyorsa yapıyordu.
Dış politika ise en çetin mesele idi 1950'li yıllarda. Bağdat Paktı, başlangıçta Mısır, Suriye, Irak ve İran arasında yapılmış olsa da Mısır ve Suriye bu işin dışında kalmış, Türkiye, Irak, İran ve Pakistan arasında oluşturulmuştu. Mısır ve Suriye daha ziyade Rusya ile yakın ilişkiler kuruyordu. Türkiye olarak biz, ABD ve İngiltere ile yakın temas halindeydik. Yine Ortadoğu yine Ortadoğu'ydu dünyanın meselesi... Mısır'da ihtilal olmuştu. General Necip başa geçmişti. Onun en yakın ve en güçlü adamı Abdülcemal Nasır, Necip'i devre dışı bırakarak iktidarı ele almıştı. Mısır bölgenin tek hakim gücü olmanın peşindeydi. Arap sosyalizmini savunan, ABD ve batıya karşı mesafeli, Sovyetler Birliği ile yakın temas kuran Baasçı rejiminin hakim olduğu bir devlet halini almıştı. Türkiye ve Mısır karşı karşıya gelmişti.
Dış politikanın fokur fokur kaynadığı, ekonomik sıkıntıların her geçen gün arttığı, sık sık sokak eylemlerinin yaşandığı, basının devamlı yanlı taraflı yalan haberlerle DP'yi yıprattığı bir dönemde 1957 seçimleri yapıldı. Bu millet bir defa bir adamı sevdi mi gözü ondan başkasını görmezdi, o gün de görmedi... Ne haberler ciddiye alındı ne de ekonomik krizler... Adnan Menderesin oğlu, Aydın Menderes ''Babam ve Ben'' adlı kitabında seçim gününü şöyle anlatıyor.
''... DP'nin İstanbul teşkilatına ait bir minibüstü. O vakit minibüs dediğimiz araçlar Türkiye'de daha çok yeni sayılırdı. Yaptığı anons şuydu: Aziz İstanbullular, İstanbul il hudutları dahilinde ki bütün sandıklar açılmıştır. Seçim sonuçlarına göre DP 65.000 oy farkıyla İstanbul'da seçimleri kazanmış ve bütün milletvekillerini çıkarmış bulunmaktadır.''
1957 seçimleri DP'nin bir başka zaferi olarak akıllarda kaldı. Bu ülke insanının karakteristik davranışlarını görebilmemiz açısından dikkat çekici bir seçimdi. Bütün olumsuzluklara rağmen DP yerinden oynamıyordu. Oysa bir süredir DP'den kopmalar, ayrılmalar yaşanıyordu. DP adım adım bir noktaya doğru getirilmişti. 1955'de yaşanan gensoru, Hüsamettin Cindoruk'un da aralarında bulunduğu bir grubun ayrılıp Hürriyet Partisi'ni kurması, 6-7 Eylül olayları, 1957'de Fuat Köprülü'nün istifası, seçim yasasının Fuat Köprülü'nün seçime katılamayacak şekilde değiştirilmesi ve seçime DP'nin bu şekilde girmesi siyaseti olabildiğince germişti. Seçim sonrası ise DP tam anlamıyla icraatçı bir role büründü. En ileri teknolojiler Türkiye'ye getirilmişti. Yeni nesillere teknolojinin öğretilmesi için Amerikan Ford Vakfı'nın yardımıyla Ankara'da Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Trabzon'da da Karadeniz Teknik Üniversitesi kuruldu. Böylece, 1773 yılında Padişah I. Abdülhamit tarafından "Mühendishane-i Bahr-i Hümayun" adıyla kurulan İstanbul Teknik Üniversitesinden 180 yıl sonra Türkiye'de iki tane daha teknik üniversite kurulmuş oldu. Fakat bitmedi. Önümüzde bir tarih daha vardı ve O günü bu millet çok konuşacaktı
17 Şubat 1959...
Devamı 5’de..
Demokrasinin idamla biten zaferi -5
17 Şubat 1959... Bu tarihi bu millet çok konuşacaktı...
O dönemde sorun olan Kıbrıs meselesi çözülmek üzereydi... Zürih'te Kıbrıs ile ilgili önemli bir başarı elde edilmişti. Yıllardır Batının desteklediği Yunanistan, bu defa yalnız bırakılmıştı. 9 yıldır DP' nin uyguladığı dış politika sonunda meyvelerini veriyordu. Türkiye ve Yunanistan Zürih'te antlaşmış, imza için Londra'ya gidilecekti. İngiliz Başbakanı MacMillan da orada olacak imza atacaktı.
Önce Zürih'ten İstanbul'a geldi Menderes. 16 Şubat'tı... Muharrem ayıydı. Aşure kokulu günlerdi. 17 Şubat günü Menderes, Birleşik Krallık'a giden THY'na ait bir uçaktaydı. Viscount tipi dört motorlu "Sev" isimli uçak, önce yakıt ikmali için İtalya'nın başkenti Roma'da mola verdi. Daha sonra ise Londra'daki Heathrow havaalanına hareket etti. Ancak yoğun sis nedeniyle uçağın Heathrow havaalanına inişine izin verilmedi. Uçağın önce Paris'e indirilmesi planlandı, ardından Londra'nın 40 kilometre güneyindeki Gatwick havaalanına yönlendirildi. Fakat Gatwick havaalanına yaklaşık 5 kilometre kala Surrey bölgesindeki Newdigate köyü yakınlarında uçak ormanlık bir alana düştü. Ağaçlara çarpan uçağın iki kanadı koptu ve ters döndü. Uçakta bulunan 8 mürettebattan 5'i, 16 yolcudan ise 9'u hayatını kaybetti. Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şefik Arzık, Basın-Yayın ve Turizm Bakanı Server Somuncuoğlu ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Muzaffer Ersü'nün de bulunduğu 14 kişi hayatını kaybetti. Adnan Menderes ise yaralıydı, ölümden dönmüştü, kurtulmuştu, aslında öldürülememişti... Menderes bir süre İngiltere'de takip edildi.
Bir hastane odası... İçeride 3 devlet adamı. Biri İngiliz, biri Yunan, biri Türk... Olur da sorarlarsa size 1959 Londra Antlaşması nerede imzalandı diye, İngiltere'de bir hastane odasında diye cevap verin... İlginç olan bu antlaşma için 1974 yılı 20 Temmuz'da Kıbrıs Barış Harekatı sırasında ''iyi ki imzalanmış'' denilecekti.
Meşum uçak kazası sonrası 22 Şubat'ta cenazeler, Mart başında ise Menderes geldi yurda. Hava yoluyla önce İstanbul'a oradan trenle Ankara'ya gelen Menderes'e kalabalığın arasında zar zor ilerleyerek ''hoş geldiniz'' dedi İsmet İnönü. Yol boyu tüm meydanlar doluydu. ''Allah seni milletine bağışladı, Allah seni bize bağışladı'' sloganlarıyla karşılandı... Bu millet Menderes'i Ankara Garı'nda büyük bir coşkuyla ''Allahuekber, Allahuekber'' diyerek karşıladı... 2 yıl sonra idam edileceğini bilmeden...
Bu sırada Zürih ve Londra antlaşmaları TBMM müzakere ediliyordu. CHP ve muhalefet bu antlaşmalar için ret oyu vermişti. Ret oyu verenler arasında Bülent Ecevit de vardı. 15 yıl sonra ret oyu verdiği bu antlaşmadan doğan haklara dayanarak Kıbrıs'a müdahale etmişti Ecevit.
Özetlemek gerekirse, 1959 yılında Menderes ortaklık antlaşması imzalamış ve Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştu. Uçak düşmüştü ama Menderes ölmemişti ve hayatta olduğu için bu antlaşma imzalanmıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti böyle kurulmuştu. İngilizler Kıbrıs'ı Türk ve Yunan Devletlerine bırakmıştı... Bugün Akdeniz'de söz sahibi bir ülke olmamızın mimarı, Adnan Menderes o kaza sonrası hastane odasında ısrarla imzalamak istediği bu antlaşma ile tarihin akışını değiştirmişti. Bilmiyordu ki 2 yıl sonra idam edilecekti, vatanı için mücadele ediyor, asla pes etmiyordu...
Türkiye'yi zor günler bekliyordu. Ekonominin kötüye gidişi durdurulamıyordu. Dış ticaret açığı artıyordu. Cumhuriyet tarihinin en yüksek oranlı devalüasyonu yapıldı. Dolar 2'den 9'a fırladı. Türkiye moratoryum ilan etti. Yani borçlarımı ödeyemiyorum dedi. IMF ile stand-by antlaşması imzalandı. İşler hiç iyi gitmiyordu...
Git gide daralan bir tünele girmiştik... Ne sürprizler bizi bekliyordu bilmiyorduk...
Devamı 6’da..
Demokrasinin idamla biten zaferi -6
Adnan Menderes 2 yıl sonra idam edileceğini bilmeden tarihin akışını değiştirmişti. Menderes'in içinde bulunduğu uçak, antlaşma için giderken düşmüş ancak Menderes ölmemişti. Ve Londra'da 1959 yılında hasta yatağında bu antlaşmayı imzalamıştı. İngilizler Kıbrıs'ı Türk ve Yunan Devletlerine bırakmıştı... Bugün Akdeniz'de söz sahibi bir ülke olmamızın mimarı bu adam sayesinde Kıbrıs Cumhuriyeti böyle kurulmuştu.
Fakat güzel gelişmeler olurken bir yandan Türkiye'yi zor günler bekliyordu. Ekonominin kötüye gidişi durdurulamıyordu. Dış ticaret açığı artıyordu. Cumhuriyet tarihinin en yüksek oranlı devalüasyonu yapıldı. Dolar 2'den 9'a fırladı. Türkiye moratoryum ilan etti. Yani borçlarımı ödeyemiyorum dedi. IMF ile stand-by antlaşması imzalandı. İşler hiç iyi gitmiyordu...
Uygulanan ekonomi politikası kısa vadede yoksul vatandaşı sevindirdiyse de uzun vadede tekrar ekonominin dengesi bozuldu. Kırsaldan İstanbul gibi büyük şehirlere göç hızla artıyordu. Devletin sırtına yük olmuş birçok fabrika özelleştiriliyordu. Bununla beraber uçak motoru, tank ve silah fabrikaları ise NATO standartlarına uymadığı için kapatılıyordu. Akrebin kıskacında geçen yıllardı...
1959'un son günleriydi. O güne kadar Ankara'nın suyunu temin etmek için kullanılan Çubuk Barajı dışında büyük bir barajımız henüz yoktu. 185 Milyon kilowatt-saat elektrik üretebilen, 70 kilometrelik yapay bir göl olacak Hirfanlı Barajının temeli atılacaktı. Temel atma törenleri sonrası Menderes Adana'ya uğradı.
4 Ocak 1960... Adana'da yere atsan iğne düşmez... 100 binlerce kişi toplanmış Menderes'i karşılıyordu. Bu kadar aksi giden ekonomi varken, bu kadar çalkalanan dış politika varken, bu kadar aleyhe çaba sarf eden gruplar varken bu memleketin insanı Menderes'i nasıl oluyor da bu kadar çok seviyordu, inanılır, anlaşılır gibi değildi birileri için... Ve Menderes sanki ülkenin gidişatını, kendisine duyulan bu muhabbetin bedelini bilircesine Adana'da bir konuşma yaptı ve Şöyle dedi: '' Bundan sonra biz olmasak bile önemli değildir. Bu yeni devir devam edecektir. Kalkınma seferberliği devam edecek ve hizmet kervanı bu kutlu yürüyüşünü sürdürecektir.'' Menderes'in son sözü ve temennisini o kadar latif bir üslupla söylenmişti ki yıllarca konuşulmuştu. ''Taş diye toprak diye tuttuğunuz altın olsun aziz vatandaşlarım, sevgili Adanalılar, sevgili Çukurovalılar''.
Menderes Hirfanlı Barajı açılış programı ve sonrası yurt gezilerinde sıklıkla birilerinin ülkeyi karmaşaya sürüklemek istediğini ve bu şekilde bir darbe planının var olduğunu söylüyordu. Biliyordu elbette muhtemel olabilecekleri ancak ne kadarını bildiği meçhuldü...
Artık gözle görülür bir cephe oluşmuştu Menderes'e karşı. Demokrasiye tahammül edemeyen, ezanın ezan halini kabul edemeyen, İmam Hatip Kurslarının, İmam Hatip Lisesi olmasından rahatsızlık duyan bir cephe ... Menderes bakanlarıyla beraber din adamlarına ziyarete giderse, bir dedikodu oluşacaktı illa ki. Birileri ''irtica hortladı mı ne?'' diyecekti... İskenderun Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum, Keban Barajı ve İstanbul Boğaziçi Köprüsü gibi bu ülkenin kaderini belirleyecek projelerin peşinde koşarsa karşısına dikilen elbette bir cephe oluşacaktı. Bu önemli projelerin yapılabilmesi için elinden ne geliyorsa yapıyordu Menderes. ABD'nin bir süredir maddi kaynak sağladığı Marshall yardımı bitince projeler aksayabilirdi. Bu ülkede projeler aksayabilirdi ama ülkenin makus talihi artık değişmeliydi. Menderes maddi sıkıntılar içinde bu kaynağı yine de bularak bu projeleri bitirmenin gayreti içindeydi. Dr. Lütfi Kırdar'ı destek alma adına Sovyetler Birliği'ne nabız yoklaması için gönderdi. Menderes her defasında aynı tepkiyi veriyordu. Bu millet için ne gerekiyorsa yapılmalıydı.
Menderes'e tahammül edemeyip onun aleyhine ne gerekiyorsa yapanlar da boş durmuyordu. 1960 yılında 28-29 Nisan günlerinde İstanbul'da başlayan ve Ankara'ya sıçrayan öğrenci olayları kontrol edilemez boyuta ulaşmıştı. Erken seçim hazırlıkları da yapılıyordu aslında. İstanbul'da öğrencilerden bir tanesi seken bir kurşunla hayatını kaybetmişti. Polis asker durumu kontrol edemiyordu. Polisin tutukladığı militan birkaç gün sonra tekrar sokaklarda karşısına çıkıyordu. Ankara ise durulmuyor, sokaklar karışsın diye tezgah kurulmuştu...
Karanlık bir elin planı tıkır tıkır işliyordu...
Devamı 7’de..
Demokrasinin idamla biten zaferi - 7
Demokrasinin idamla biten zaferi -7
28 Nisan 1960... Darbeye giden yol açılmaya başlamıştı. Erken seçim hazırlıkları yapılıyordu...Bir üniversite öğrencisi seken bir kurşunla hayatını kaybetmiş, İstanbul karışmıştı. İstanbul'da başlayan ve Ankara'ya sıçrayan öğrenci olayları kontrol edilemez boyuta ulaşmıştı. Güvenlik güçleri olaylara engel olamıyordu. Polismilitanları tutukluyor olsa da birkaç gün sonra sokaklarda tekrar karşı karşıya geliyorlardı. Ortalık karıştırılıyor, gerilim adım adım tırmandırılıyordu...29 Nisan günü,İsmet İnönü seçim gezisinde Uşak'taydı... DP binasından bir çay bardağı atılmıştı. İnönü'nün yanında oturan gazeteciye isabet etmişti. Mass-Medya kazan kaldırmışçasına yaygara koparmıştı. Ardından 1 Mayıs gösterileri başladı. İşler iyiden iyiye çığırından çıkmıştı. Dönemin güdümlü medyası, yalan haber makinesi gibi çalışıyordu.Maksat bir senaryo yazmak, suç icat edebilmekti. Güvenlik güçlerinin yaptığı katliamlardan tutun gençlerin üzerinden tankların geçirilmesine kadar uydurulmadık yalan kalmamıştı. Üniversitelerde anarşi ekiliyor, kargaşa biçiliyordu. Anadolu insanının umudu haline gelen bir siyasi parti hedef tahtasına fütursuzca konulmuştu. Bütün bunların birtezgah olduğu fark ediliyordu ancak kimsenin aklına darağacı gelmiyordu...
O günlerde bir baba, oğluna mektup yazdı. Mektubunda komisyonlardan birinin başkanlığına getirilen oğluna bu görevden ayrılması için rica ederek, yalvarıyordu. Mektubun son sözleri şöyleydi: ''Türkiye'de temiz ve tarafsız siyaset yapmanın sonu hüsrandır, darağacıdır evladım.'' Bu mektubu yazan Hafız Ali SANCAR'ın içine kötü bir his düşmüştü. Oğlu Ahmet Hamdi SANCAR organize eylemlerle inşaa edilmiş kargaşaya dur diyecek Tahkikat Komisyonlarının başına getirilen Demokrat Partinin Denizli Milletvekiliydi. Tahkikat Komisyonu'nun görevi ana muhalefet partisi CHP ile güdümlü basının yeraltı faaliyetlerini araştırmaktı. Ahmet Hamdi hukukçuydu. O dönem böyle bir tahkikat yapılması CHP'nin kapatılması için bir adım olarak değerlendiriliyordu. Dönemin CHP'si İsmet İnönü tarafından yönetiliyordu. İnönü o günlerde kürsüden şöyle sesleniyordu: ''Bu yolda devam ederseniz ben dahi sizi kimse kurtaramaz. Biliniz ki Türk Milleti Kore milletinden daha aşağı bir millet değildir. Şartlar tamam olunca ihtilal vacip olur.'' Bu sözler çok şey anlatıyordu aslında. Lakin Demokrat Parti'nin cesur vekilleri kararlıydı, tehditlerle korkacak gibi değildiler. Ahmet Hamdi SANCAR'ın el yazısı ile notları ve savunmasında komisyonların neler yaptığı, hangi usullere göre işlemler yapıldığı gayet açıktı. Ahmet Hamdi şöyle diyordu: ''Encümen, anayasa ve kanunlara göre kurulmuş, yargı ve yürütme gibi yetkileri üzerinde toplamamıştı. Milli emniyet gibi hiçbir kişi ve kuruma dinleme emri verilmemişti. Bir tek CHP'li vekil sorgu için çağrılmamıştı.'' Ahmet Hamdi her ne kadar bu açıklamaları yapmış olsa da, kendisine İsmet İnönü'nün tehditleri açık bir biçimde iletiliyordu.
Darbeden önceki Nisan ayına dikkatlice baktığımızda, darbeye giden yolun 27 Nisan günü komisyona yetki veren yasa kabul edilmesi ile birlikte İstanbul'da, iki gün sonra ise Ankara'da öğrencilerin sokak eylemleri yapmaya başlamasıyla açılmış olaylar birbirini kovalamıştı. Darbeye henüz 12 gün vardı. 15 Mayıs 1960... CHP'li bir milletvekili, Ahmet Hamdi'yi ziyarete geldi. Prof. Dr. Hamdullah Suphi Tanrıöver... İlk ziyarette selam ve iltifat içeren ifadelerle hasbihal edildi. Ardından Hamdullah Suphi, yanlış bir şey yapmayacağını bildiklerini belirten inceden inceye uyarı içeren birgönderme yaptı. Ahmet Hamdi kibarca tereddüt edilmemesi gerektiğini, görevini layıkıyla yerine getireceğinden şüphe duyulmamasını ifade etti. Hamdullah Suphi bu ziyaretleri üç kez tekrarladı. Üçüncüsünde dananın kuyruğu kopmuştu... İsmet Paşa Hamdullah Suphi vasıtasıyla üç defa mesaj yollamıştı ve üçüncüsü çok netti. Yanlış bir şey yapılırsa Ulus'tan Çankaya'ya kadar darağaçlarının dikileceğini belirten ifadelerle keskinleşmiş bir mesajdı. İpleri koparan asıl Ahmet Hamdi'nin verdiği cevaptı. Cesaret sahibi demokrat bir insan böyle olunur dedirtecek tarzda bir cevaptı. Demokrat Parti Milletvekili Ahmet Hamdi'nin, onu üçüncü kez ziyarete gelen Hamdullah Suphi'ye şunları söyledi: ''Hocam, ben söylediklerimin arkasındayım. Ancak görüyorum ki sizi ve paşayı (İsmet İnönü'yü kastederek) tatmin edemedim. İsmet Paşa'ya olan saygım giderek sarsılmaya başlıyor. Lütfen kendilerine söyleyin: Benim boyum 1.90'dır. Darağacını ona göre ayarlarsa isabetli olur!''
Ahmet Hamdi'nin buz gibi bu cevabı, soğuk duş etkisi yaratmıştı. 27 Mayıs 1960... Sabaha karşı Albay Alparslan Türkeş'in anonsuyla ihtilal eylemi başlatıldı. ''Kardeş kavgasına son vermek, ülkede huzuru sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri idareye el koymuştur'' diyordu. Avukat tutacak parası olmayan Ahmet Hamdi 6 liralık yolsuzlukla suçlanıyordu.
Bir babanın oğluna yazdığı mektuptaki satırlar yaşanıyordu.''Türkiye'de temiz ve tarafsız siyaset yapmanın sonu hüsrandır, darağacıdır evladım.''